Osmanlıda
Bilimin Kökleri
"Osmanlı topraklarında biliminin oluşumunu ve gelişmesini, Osmanlı öncesi
Selçuklu döneminde Anadolu şehirlerinde eski ilim kurumlarının yerleşmiş
gelenekleri ile dönemin en önemli kültür merkezleri sayılan Mısır, Suriye,
İran, Endülüs ve Türkistan’dan gelen bilim adamları gerçekleştirmiştir. İslam
dünyasında 12. yy’da sönmeye başlayan düşünsel ve bilimsel etkinliği Osmanlı
İmparatorluğu’nda yaklaşık 400 yıl sürebilmiştir. Osmanlılar İslam dünyasının
kültürel ve ilmi hayatına yeni bir dinamizm ve zenginlik katmışlardır. Böylece
İslam bilim geleneği, 16. yy’da zirveye ulaşmıştır. İslam uygarlığının eski
merkezlerinin yanında Bursa, Edirne, İstanbul, Üsküp, Saraybosna gibi yeni
kültür ve bilim merkezleri oluşmuştur."
Osmanlıda Bilim,Arap ve Fars Dillerindeki ilmin eksik ve bazen de yanlış
birdevamı mıdır?
Ekmeleddin İhsanoğlu, bu konuları çok iyi araşatırıp bilgimize sundu.”Büyük
Cihad’dan Frenk Fodulluğu’na” adlı eserinde. Bu konudaki röportajında Şahin
Alpay soruyor: “Vurgulamak istediğiniz esas noktalar neler?”
E. İhsanoğlu yanıt veriyor:
“Birincisi, klasik Osmanlı döneminde bilimin, Adnan Adıvar’ın dediği gibi “Arap
ve Fars dillerindeki ilmin eksik ve bazen de yanlış bir devamından ibaret ”
olmadığına; astronomide, matematikte,vs. özgün katkılar olduğuna dikkat
çekiyorum.
Ayrıca Osmanlılar, Türkçe’yi bilim dili haline getirdiler. Önceki Türk
devletleri bunu yapamadılar. Osmanlıca, devrinin bir bilim dili olarak Arapça
ve Farsça’nın önüne geçti. Osmanlılar, batı bilimini İslam dünyasına aktarmaya
girişitiklerinde, bunu Türkçe yaptılar. Araplar ve Farslar bilim dili olarak
önce Türkçe’yi gördüler.
İkinci nokta, Adıvar’ın ileri sürdüğünün aksine Osmanlılarla Batı bilimi
arasında bir duvar bulunmadığı. Osmanlılar bilime set çekmediler. Batı bilimi
ile 16. yy’dan itibaren ilişki kurdular;selektif bir transfer yaptılar. Çünkü
kendilerine yeterli bir gelenekleri,literatürleri vardı. Kendilerinde olmayanı
aldılar. Coğrafyada Piri Reis, hem İslam kaynaklarından, hem kendi gözlemlerinden
hem de Batı kaynaklarından yararlanıyordu. Osmanlı ihtiyaç duyduğunu,işine
yarayanı alıyordu.”
Medreseler ve Enderun
Osmanlı devletinin iki eğitim kurumu vardı: medreseler ve enderun.
Medreseler, bir bakıma ortaçağın üniversiteleriydi. İlk medrese, Büyük Selçuklu
Hükümdarı Alpaslan’ın isteği üzerine Nişabur’da kurulmuştu. Bunu, başka
kentlerdeki medreseler izledi.(BilimTarihi, Doruk Ya s: 118)
Medrese, “ders okunan yer” anlamına geliyor. Şerafettin Turan hocamız, A.
Sayılı hocamıza atfen " İlk medreseler, Türklerin yoğun olduğu Horasan ve
Maveraünnehir yörelerinde kurulmuş ve Selçuklular döneminde resmi kurum
niteliğine kavuşmuştur. Bu nedenle medrese sisteminin Türklerin eseri olduğu
kabul edilmektedir." demektedir.(Ş. Turan,Türk Kültür Tarihi, s: 166)
Abbasiler zamanında,9. yy'da Bilgelik Evi, daha önce kurulan Cundişapur Tıp
okulu, Harran Medresesi bulunduğuna göre bu görüş doğru değildir.
İznik Medresesi
Osmanlıda ilk bilim yuvası nerede kurduldu denirse, bunun Orhan Bey zamanında
1330'da İznik’te kurulan İznik Medresesi olduğunu söyleyebiliriz. Medreseler,
Selçuklulardan devralınan kurumlardı. İznik Medresesi, her yönüyle Selçuklu
Medreselerinin bir devamı niteliğindeydi. Öt yandanİznik , Bizans devrinden
beri önemli bir dinsel ve bilimsel merkezdi. Sufi ulemadan Antakya’lı
Abdurrahman el-Bistamî (öl: 1454) İznik için “ulemalar yuvası” demişti. Palamas
da oradayken Taceddin Kürdi de bu medresede ders veriyordu. Bu ilk medresenin
ilk baş müderrisi de Davud b. Mahmud el-Rumi el-Kayseri (öl: 1350) dir. Bu
adam, Mısır’da okudu, akli ve nakli bilimlerde uzmandı. Muhyiddin
ibnu’l-Arabi’nin Fususu’l-Hikem adlı eserine yazdığı bir açıklamada(şerhte)
tasavvufu savundu; bu açıklama, tasavvufun Osmanlı topraklarında tanınmasını
sağladı. Diğer önemli bir nokta, İznik medresesinde pratik bir amaç için bilim
tahsil edilmediği, belki bilimi bilim için tahsil etmek istediklerini gösteren
bir tutumun görülmesidir. Gerçekten Taceddin-i Kürdi’nin yerine geçen Kara
Alaaddin (öl: 1393?) zamanında Orhan Bey, medreseye başvurdu ve büyüyen ordusu
biçin bir kadı atanmasını istedi. Ancak müderris ve mezunlardan hiçkimse, bu
işi kabul etmedi. Bu isteksizlikte kadılığın dünya ve ahirette sorumluluğa
sebep olacağı kaygısı da rol oynamış olabilir.
Bursa Medresesi
Osmanlılarda İznik Medresesi’nden sonra açılan ikinci medrese, Bursa
Medresesi’dir. Bursa, Osmanlıların ilk başkentiydi. Bursa’da,1. Murat döreminde
Manastır Medresesi'nde Molla Fenari ders vermiştir.
. Orhan Bey, komutanlarından Lala Şahin Paşa’ya İznik’in fethinde gösterdiği
yararlılıktan dolayı kendine ganimet malı bağışlamıştı. Lala Şahin Paşa da bu
ganimet malıyla bir medrese kurulmasını istemişti. Burada okutulan dersler
hakında bilgimiz yoktur. Ancak hemen bütün bilim kitapları Arapça yazıldığından
Arapça’nın programlarda önemli bir yer tuttuğu söylenebilir. Fıkıh ve Kelam
yanında akli bilimlerden mantık ve matematiğin de tümüyle önemsenmediği
kestirilebilir. Bu bilimlere ilişkin bir esere rastlanmamaktadır(Türkiye Tarihi
2, s:237).
Davud-ı Kayseri, Orhan Gazi’nin yaptırdığı İznik medresesinin ilk müderrisidir.
Babasının adı Mahmut’tur. Hem medrese, hem de tasavvuf ilimlerinde kendini
göstermiş değerli bir adamdı. İlk öğrenimini memleketinde yaptı; sonra o
tarihlerde yani 14. yy’ın ilk yarısında şer’i ilimlerin ve Arap edebiyatının
uzmanlık bölgesi olan Kahire’ye gitti. Sonra memlekete döndü. Muhyiddin Arabi
’nin üvey oğlu Şeyh Sadreddin Konevi’nin ardıllarından Kemaleddin Kaşani’ye
intisa irfanen de yetişti. Birçok öğrenci yetiştirdi. Ününü duyan Orhan Gazi
kendisini çağırdı ve İznik medresesine müderris olarak atadı. 1350 yılında öldü
ve o tarihe kadar burada müderrislik yaptı. Mezarı, İznik-Çınardibi’ ndedir.
Davud-i Kayseri, Muhyiddin Arabi’nin Fususü’l-hikem adlı büyük eserine mükemmel
bir açıklama yazarak zeka ve gelişmişliğini gösterdi. Bu eser, Hindistan’da da
basılmıştır. Bu adamın on üç eseri daha vardır ve hemen hepsi de felsefidir.
Bunlar arasında büyük arif İbn-i Farız’ın Kaside-i Tâiye şerhi (Dip not: Bu
kasideler büyük ve küçük olarak iki tanedir. Davud Kayseri’nin şerh ettiği 750
beyitli büyük kasidesidir. Bu kasideye Molla Cami ile Fergani de şerh
yazmıştır) Aruz-i Endülüsi şerhi, kaside-i hamriyye şerhi, meratib-i Tevhid ve
Nihayetü’l-beyan vardır. Osmanlı memleketlerinde ilk kez Muhyiddin Arabi felsefesini
(Vahdet-i vücutçuluğu) yayan Davud-i Kayseri’dir.
İznik Medresesi’nin ilk baş müderrisi, Davud-ı Kayseri 'dir. O dönemin önemli
kentlerinden Kahire'de(Mısır) eğitim gördü. Şöhretini duyan Orhan Gazi
kendisini davet etti, 1350 yılında ölene dek İznik Medresesi’nde müderrislik
yaptı. Osmanlı memleketlerinde tasavvufun, yani Muhyiddin Arabi felsefesini
(vahdet-i vücutçuluğu) yayınlayan ilk insan Davud-i Kayseri’dir. Muhyiddin
Arabi'nin Fusüsü'l-hikem isimli büyük eserine mükemmel bir şerh (açıklama) yazarak
zeka ve dikkatini göstermiştir; Davud-i Kayseri'nin bu eseri Hindistan'da bile
basılmıştır.(Uzunçarşılı, s: 647-48)
Daha sonra Bursa ve Edirne' de medreseler açıldı. Medreselerin yüksek bölümü
ücretsiz ve yatılıydı. Yüksek bölümden mezun olanlar, medrese hocası
(müderris), kadı ya da yönetici oluyordu. Medereselerde din ve ahlak bilgileri
öğretiliyordu. Bugün de ortaöğretimimiz öyle değil mi? 15. ve 16. yüzyıllarda
doğa bilimleri, tıp ve matematik eğitimine de raslanıyordu. Bunlar, İbni Sina,
Biruni, Farabi gibi Ortaçağ İslam düşünürlerinin yapıtlarına dayanıyordu .
Fakat 16. yüzyıldan sonra bunlar da okutulmaz oldu.
Enderun
Enderun' a devşirme çocuklar alınırdı. Türk asıllı olmayan bu çocuklara, Türkçe
ve İslam dini öğretilirdi. Enderun Mektebi, 1. Murat zamanında kuruldu. Buradan
devlet için yönetici ve teknik kadro yetişiyordu. Enderun Okulu, Arap-İslam
kültürünün egemenliğine karşı başarılı, Batı düzeyinde bir eğitim kurumuydu.
Birkaç kere açıp kapattılar. Galatasaray Enderunu, devletin en başta gelen
eğitim ocağı sayılırdı. İslami bilgilerin Medresedeki egemenliğine karşı;
Endrun'da, Türkçe, fen, sanat, yönetim gibi laik bilimler okutulurdu.
(O. Bilim s:15-16 ve B.Güvenç Türk Kimliği, s: 198)
Enderun ve İç Oğlanları
Sarayın Enderun yani içeri (Harem-i hümayun) halkı, devşirme denilen Hıristiyan
tebaadan veya savaşlarda esir alınıp yetiştirilen gençlerden oluşuyordu. Bu
çocuklar, devşirme yasasası gereğince 8-18 yaşları arasında toplanarak önce
Enderun dışındaki Galata Sarayı, İbrahim Paşa Sarayı ve bir ara İskender Çelebi
Sarayı(Dip not: eski adı Makrihore veya Makrıköy olan şimdiki Bakırköy 1697
yılında bu sarayın yerine baruthane yaptırılmıştır) denilen saraylarla Edirne
Sarayında tahsil ve terbiye görüp İslam ve Türk adet ve geleneklerini öğrendikten
sonra Enderundaki gereksinime ve kıdemlerine göre Yeni Saraydaki büyük ve küçük
odalara verilir ve bu odalarda da tahsil görüp saray adap ve erkanını
öğrendikten sonra yeteneklerine ve uygunluklarına göre Seferli, Kiler ve Hazine
odalarından birine çıkarılırlar ve buraya ait hizmet ve görevleri
görürlerdi.Gerek saraydaki gerekse saray dışındaki saraylarda (Edirne, Galata,
İbrahim Paşa, İskender çelebi sarayları gibi) ve gerek Enderundaki küçük, büyük
odalarla kiler ve hazine odalarından yaşları gelenler hemen Kapıkulu süvarisi
olmak üzere-oda dereceliren göre çıkarılır ve farklı ödenekler verilirdi.
Enderundaki gençlere Kuran ile birlikte Türkçe, Arapça ve Farsça öğretilir ve
bunun yanısıra spor hareketleri (güreş, atlama, koşu, meç, ok atma, tomak gibi)
yaptırılırdı.Küçük ve büyük oda oğlanları dolama denen üst elbisesi giydikleri
için Dolamalı adı da verilirdi. 1635'te Sultan 4. Murat zamanında oluşturulan
Seferli Koğuşu Oğlanları önce padişahın ve Enderun mensuplarının çamaşırlarını
yıkarlanrken sonraları örgütü genişletilerek sarayın hanende, sazende, kemankeş
pehlivan, berber, hamamcı ve tellaklarını yetiştirmiştir. Bu odanın büyük
yetkilisi saray kethüdasıydı; her sınıfın çamaşırcıbaşı, sazendebaşı gibi
yetkilileri vardı.
Kiler koğuşu derece bakımından Seferliden yüksekti; başları olan kilercibaşı,
sultanın yemeğini bizzat önüne koyardı; kiler iç oğlarnları sultanın ve ve
sarayın ekmek, et, yemiş, tatlı şerbet vb gibi yiyecek içeçek şeylerini
hazırlar, saray odalarıyla saray camisine ait mumları bulur ve depolardı. Bu
odanın kilercibaşıdan başka kiler kethüdası, peşkirci başı, mumbaşı gibi
isimlerde oda zabitleri vardı.Derecesi kiler koğuşundan daha yüksek olan
hazirne koğuşu amirine Enderun baş hazinedarı delirdi;bu oda oğlanları Enderun
hazinebsini korurlardı;Enderun hazinesihnde altın, gümüş paradan başka
mücevherler,elmaslar,kürkler, şallar, elbiselik kıymetli kumaşlar,altın, gümüş
ve mücevherli vesair kıymetli eşya bulunurdu.
Hasoda, hazine koğşunun üstünde olup padişaha en yakın olanlar burada bulup
hizmet ederlerdi;asıl Enderun ağaları denilen sınıf bu hasodalılardı;bu odanın
en büyük zabiti Hasoda başı ile silahdar, çuhadar, rikabdar’dı;hasoda efradı
kırk kişiden oluşurdu ve burada münhal oldukça hazire oasının en kıdemlisi
buraya alınırdı; eğer gereksinim iki olursa bu ikinci açık yere deKiler
odasının sıra bekleyen en eskisi ve açık üç ise seferli koğşuşunun kıdemlisi
nakledilirdi.
Hasodalıların asıl görevi Hırka-i Şerif dairesinin temizlenip süpürülmesi ile
geceleri ödağacı yakmak,gül suyu serpmek,şamdah,parmaklık ve diğer
metale(madeni) eşyayı parlatmak ve temizlemek gibi hizmetlerdi ve bunlar
nöbetle yapılırdı.
Oda zabitlerinden Hasodabaşı, törende padişahın elbisesini giydirir ve
çıkarırdı; silahdar, törende (merasimde) at üzerinde sağ omzundu padişahın
kılıcını taşır; çuhadar yine törende padişahın kaputunu götürüp halka çil para
serper ; rikabdar ise padişahın çizmelerine bakıp ayağını giydirirdi. sonradah
bu çizme giydirme işi başkasın verildi; rikabdar padişah ata binerken atın özengisini
tutardı
26 Şubat 2013 Salı | 22:05 | 0 Yorum
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
0 yorum:
Yorum Gönder
Görüş, Öneri ve İsteklerinizi "YORUM" Yazarak Tarafımıza Ulaştırabilirsiniz. Ulaşmakta Güçlük Çektiğiniz Talep Ettiğiniz Konuları Bize Ulaştırırsanız Sitemizde İstediğiniz Yazıları Yayınlayabiliriz.