Ev
dekorasyonunda önemli bir yer tutan mobilyalar, ortama kattığı farklı
tarz ve stillerle evlere modern ya da klasik bir görünüm kazandırıyor.
Kumaş, renk ve desen konusunda geniş bir ürün yelpazesine sahiptir.
Mobilya modelleri ile müşterilerine zengin bir ürün çeşitliliği sunan
Berke Mobilya, Avangarttan moderne, spordan klasiğe salon ve oturma
odası koltuk takımlarını müşterilerinin isteğine sunuyor. Alışveriş
kavramına yepyeni bir boyut getiren firma, evinizde kendi zevk ve
tarzınızı yansıtma olanağı sunuyor.
Yatak odasından yemek odası takımlarına, koltuk ve salon takımlarından
köşe koltuklara, TV ünitelerinden masa ve sandalyelere, berjerlere
kadar birçok mobilya seçeneği sunan Berke Mobilya, her sezon birbirinden
şık ve kaliteli ürünlerde sağlandığı kampanya ve indirim olanaklarıyla
müşterilerinin bütçesini sarsmadan alışveriş yapmalarını sağlıyor. Hayal
gücünü ev dekorasyonuna yansıtmak isteyenlerin adresi Berke Mobilya ile
hayalinizdeki mobilyalara çok daha kolay kavuşacaksınız.
Koltuk takımları ve daha birçok mobilya modellerinde, sezonun desen ve
renk trendlerini takip eden ve üretim, tasarım ve dekorasyonlarda en
yeni trendleri göz önünde bulunduran Berke Mobilya, zengin marka
seçeneklerini ve lüks kavramını ulaşılabilir kılmak için, müşterilerine
birçok kampanya ve fırsatlar sunmaktadır. Yüzlerce ürün ve model
seçeneğini görmek için Berke Mobilya sitesini ziyaret edebilir , çeşitli fırsat ve kampanyalardan yararlanabilirsiniz.
5 Mart 2013 Salı | 22:12 | 0 Yorum
26 Şubat 2013 Salı | 22:19 | 0 Yorum
Başarılı İletişim Kurmanın Yolları
Başarılı İletişim
Kurmanın Yolları Nelerdir ve nelere
dikkat etmeliyiz
10 adımdan oluşan bir yöntemle
iş süreçlerimizde iletişimi son derece etkin bir hale getirebiliriz.
Karşınızdakinin sözünü kesmeyin:
Titanic trajedisinin basit bir söz kesme olayıyla meydana geldiğini biliyor
muydunuz? Evet, tarihe geçen bu olay, bir iletişim kazasının sonucu oldu.
Titanic’in telsiz operatörü, yakından geçen bir gemiden gelen mesajı susmalarını
isteyerek kesmişti. Ancak gelen mesajda bir buzdağı uyarısı yapılacaktı. Eğer
operatör mesajı sonuna kadar dinleme zahmetine katlanmış olsaydı, Titanic büyük
ihtimalle buz dağına çarpmayacak ve 1.500 kişi yaşamını yitirmeyecekti.
Karşınızdakinin, özellikle de
müşterinizin sözlerini keserken ya da konuşmasına müdahale ederken dikkatli
olmakta fayda var. Tam bir sorunu size anlatmaya çalışırken, sözlerini kesip
alelacele bir çözüm önerisi anlatmaya başlamanız, iletişimi yanlış bir yola
sürükleyebilir.
Aktif bir dinleyici olun: Bazen,
biriyle konuşurken duvarla konuşmuş gibi hissettiğiniz olmadı mı hiç?
Karşınızdaki sizi duymuştur ama hiçbir tepki vermemiştir. İşte tam kaçınmanız
gereken hareket… Başkalarıyla iletişim kurduğumuzda karşımızdakinin onu
gerçekten dinlediğimizi fark etmesi çok önemlidir. Doğru anlarda, ‘Anlıyorum’
gibi kelimelerle anlatılanı takip ettiğinizi belirtmek ya da söylenenleri doğru
bir şekilde anlayıp anlamadığınızın teyidini almak gerekir. Bu yolla hem anlama
kapasitenizi artırır hem de karşı tarafta güven uyandırırsınız.
Olumsuz sorulardan kaçının:
Diyelim ki müşterinize ‘X yazılımı sizde yok öyle mi?’ dediniz ve o da ‘Evet’
dedi. Peki, ne demek istedi? ‘Haklısınız ben de o yazılım yok’ mu yoksa ‘Evet o yazılım ben de var’ mı demek
istedi? Olumsuz soru kalıpları kafa karışıklığına neden olur. Halbuki soruyu
olumlu hale çevirip örneğin; ‘X yazılımı sizde kurulu mu?’ derseniz, cevabı da
son derece net olacaktır.
Teknik bilgiler arasındaki
farklılıklara karşı duyarlı olun: Büyük bir ihtimalle, müşterilerinizin
işinizle ilgili teknik bilgileri size göre daha az olacaktır. Dolayısıyla
onlara bir şeyler anlatırken dikkatli olun ve anlayacakları dilden konuşmaya
dikkat edin. Çok hızlı konuşmaktan kaçının. Sizi anladıklarından emin olabilmek
için, sürekli göz teması halinde olun. Yeri geldiğinde söylediklerinizi anlayıp
anlamadıklarını kibarca kontrol edin.
Teknik kavramları açıklarken
benzetmelerden faydalanın: Teknik bir fikri anlatmanın en iyi yollarından biri
benzetmelere başvurmaktır. Böylece karşınızdaki çok yabancı bir fikri, daha
tanıdık bir fikirle bağdaştırma ve kolay anlama şansına sahip olur.
Pozitif söylemler kullanın:
Müşterileriniz neyi yapamayacağınızla değil, neleri yapabileceklerinizle
ilgilidir. Onlarla konuşma şekliniz size ve işinize dair fikirlerini etkiler.
Yazılımcı olduğunuzu farz edelim. Müşterinizle konuşurken kuracağınız
‘Bilgisayarı kapatmadığınız sürece size yardımcı olamam’ cümlesi ile ‘Lütfen
bilgisayarınız kapatın ki size yardımcı olabileyim’ cümleleri arasında,
karşınızdakinde bıraktığınız etki açısından çok önemli farklar olacaktır.
Ayrıca bu yolla söyledikleriniz daha kolay anlaşılır hale gelir.
Yanlış anlamalara karşı dikkatli
olun: Bazen son derece masumane söylediğimiz bir şey, karşımızdaki tarafından
yanlış yorumlanır. Örneğin siz/sen kelimeleri aslında çok dikkat edilmesi
gereken kelimelerdir. Küçük bir örnek: ‘Daha yüksek sesle konuşmanız’ gerekiyor
cümlesi yerine ‘Duymakta güçlük çekiyorum’ cümlesi tercih edildiğinde, karşı
taraftaki insan savunmaya geçme ihtiyacı hissetmez. Öte yandan, birinin canı
sıkkın ya da sinirliyse kuru kuruya söylenen bir ‘Sakin ol’ ibaresi işleri
kötüleştirecektir. Genel olarak konuşma başlamadan önce biraz düşünmekte fayda
olacaktır.
Teknik sorunların duygusal
tepkilere yol açacağını hatırlayın: Müşteriler teknik bir sorunla karşı karşıya
kaldığında duygusal tepkiler verir. Bu küçük bir şikayet de olabilir, büyük bir
panik de. Her durumda bu duygusal tepkiyle ilgilendiğinizi yansıtmalısınız. ‘Bu
bana olduğunda ben de sinirleniyorum’ gibi cümlelerle arayı yumuşatabilirsiniz.
Müşteri şikâyetlerine
ve sorulara hazırlıklı olun: Her zaman yaptığınız işi en az sizin kadar iyi
bilen bir müşteri karşınıza çıkabilir. Bu gibi durumlarda ondan gelecek soru
şikayet ve önerilere hazırlıklı olmalı, dersinize iyi çalışmalı ve tüm bunları
yaparken de egonuzu bir kenar a koymalısınız. Söylemek istediğinizi ve
bilginizi buyurgan bir şekilde değil, açıklayıcı ve net bir şekilde
aktarmalısınız.
Müşteriyi bilgilendirin:
Müşterilerinizin ilgili olduğu konu ve gelişmelerden onu haberdar edin.
Teslimat süreçleri, teknik problemlerin çözümü gibi konularda arayı açmayın.
Düzenli aralıklarla, güncel bilgilendirmelerde bulunun. Eğer müşterinizden bir
mesaj, e-posta ya da not gelmişse, müşterinizin işi sürüyor bile olsa, ona
mesajınızı aldığınızı ve konuyla ilgilendiğinizi mutlaka bildirin. Bir sorun
çözüldüğünde de müşterinizi bilgilendirmeyi ihmal etmeyin. Zira hiçbir şey
müşterinize; ‘Eğer sorunun çözülmüş olduğunu bilseydim işlerime çoktan
başlardım’ memnuniyetsizliğini yaşatmaya değmez.
Alfred Nobel - Hayatı - Eserleri
Alfred Nobel
1833 - 1896
Bugün kendi adıyla verilen Nobel Ödülleri ile tanınan Alfred
Nobel, 1 Ekim 1833’te iflas etmiş bir iş
adamının oğlu olarak İsveç'te dünyaya geldi. Babasının değerli ticari
malzemelerle yüklü gemisi battığı için aile iyice yoksullaşmış, ağabeyleri
Ludvig ve Robert sokaklarda kibrit satarak ailenin geçimine katkıda bulunmaya
çalışıyorlardı. Tarihe ‘dinamitin mucidi’ olarak geçen Alfred Nobel,
patlayıcılara olan düşkünlüğünü babasından aldı. 1937’de Alfred henüz 4 yaşında
bir çocukken babası Immanuel Nobel, Saint Petersburg’a taşınır ve burada bir
mayın fabrikası kurar. Ancak savaştan sonra mayın satışı kesildiğinden Imanuel
Nobel bir kez daha iflasla yüz yüze geldi ve karısını alıp 1859’da Stockholm’e
döndü. Babasının arzusu üzerine dört yıl sonra Alfred de küçük kardeşiyle
Stockholm’e geldi. Büyük kardeşler Ludvip ile Robert ise Rusya’da kaldılar.
Rusya’da fizik-kimya eğitimi gören Alfred Nobel, Stockholm’e
döndükten sonra kimya çalışmalarını babasının laboratuvarında yürütür ve zaman
içinde Alfred Nobel’in patlayıcılara olan ilgisi artar. 1866 yılında yüzde 75
oranında nitrogliserini, yüzde 25 oranında emici bir toprak türü olan
kieselguhr ile karıştırır ve o ‘müthiş’ maddeyi bulur: Nobel’in Güvenlik Barutu
ya da daha çok bilinen adıyla dinamit. Bu buluşu, Nobel’in kısa sürede bütün
Avrupa’da dinamit kralı olarak tanınmasına neden olur. Nobel’in patlayıcılara
olan bu merakı yıllar önce Stokcholm yakınlarındaki Heleneborg’da kurduğu küçük
laboratuarında, deneyler yaparken küçük kızkardeşiEmil’in ölümüne neden
olmuştu. 1879’da Paris yakınlarındaki Sevran’da bir laboratuar kuran Nobel,
buradaki çalışmaları sırasında dumansız barutu keşfeder. Bu dönemde Fransa’ya
karşı kurulan bir ittifakta yeralan İtalya ile işbirliği yapan Nobel, aleyhine
başlatılan kampanyalar sonucunda Paris’i terkederek İtalya’daki San Remo’ya
yerleşir.
Nobel, San Remo’da
1896 yılında beyin kanaması sonucu yaşama veda eder. San Remo’da yanında sadece
bir hizmetçisi, yapayalnız ölen, köpeğinin bile arkasından yas tutmadığı
söylenen Alfred Nobel, vasiyetinde, servetinin 1 milyon kronunun yeğenleri ve
bir dönem aşık olduğu SofieHess arasında paylaştırılmasını, geri kalan 33
milyon 200 bin kronunu da her yıl insanlığa hizmette bulunanlara sunulmasını
istemişti. Bu ödüller fizik, kimya, tıp ya da fizyoloji, edebiyat ve barışa
hizmet olmak üzere toplam beş dalda verilecekti.
Nobel’in bu vasiyeti önceleri büyük tartışma yaratır. Ancak
1900 yılında İsveç Hükümeti Nobel Vakfı’nı kurar. Bu yıldan sonra da Nobel
Ödülleri düzenli olarak verilmeye başlanır.
Alfred Nobel’in bir dahi olduğunu herkes kabul ediyor. Ancak
o sadece dahi bir mucit ve işadamı olmasının ötesinde büyük bir filantrop ve
hümanistti. İsveççe, Rusça, Almanca, İngilizce ve Fransızcayı mükemmel
konuşuyor, okuyor ve yazabiliyordu. Bilgisini aktarmadaki ustalığıyla
toplulukları etki altına alabilecek müthiş bir çekim gücü vardı; ancak bu
yeteneklerini kullanmaya meraklı olmadığı gibi, topluluk arasına katılmayı
sevmeyen, törenlerden, ziyafetlerden, yapay övgülerden nefret eden patalojik
bir çekingenliği vardı. Aşırı gururu, alıngan, depresif ve sorgulayan kişiliği,
Avrupa’yı o dönemde etkisi altına almış olan kötümserlik atmosferiyle
örtüşüyordu.
Dinamiti bulduktan sonra boş durmayan Alfred Nobel,
Stockholm, Hamburg, Ardeer, Paris, Karlskoga, ve San Remo’da laboratuvarlar
kurdu. Sadece patlayıcıyla kalmayıp, latik teknolojisini, suni deri gibi sentetik
maddeleri geliştirdi. Öldüğü zaman 355 patentin sahibiydi. Yirmi ülkede doksan
fabrika kurmuştu. Mucitliğini başarılı ve dinamik işadamlığıyla pekiştiren
Alfred Nobel, dünya ekonomisinde halen önmli rol oynayan şirketler kurdu.
İngiltere’de “ImperialChemicalInd.” (ICI). Almanya’da “Dynamit Nobel”,
Fransa’da “SocieteCentrala de Dynamite”, Norveç’te “DynoIndustrier” o dönemde
kurulan şirketlerden bazıları. Yaşamının son yıllarında da Bofors’u satın aldı.
ASIK SURATLI ROMANTİK
Zamanının en güçlü patlayıcısını bulan, barışın dehşet
dengesiyle korunabileceğine inanan Alfred Nobel, sosyal konularla ve barış
sorunuyla yakından ilgilendi. O dönem için oldukça radikal görüşleri vardı.
Edebiyatla da ilgileniyor, şiir yazıyordu. Fizik, kimya, tıp, edebiyat ve barış
için koymuş ödüller kendi ilgi duyduğu konulardı.
Yazmayı çok severdi. Mektuplarının kopyasını saklardı. Aşk,
erotizm gibi konularda açık vermemeye dikkat ettiğinden bu konularda ne konuşur
ne de yazardı. Gizemli bir yaşamı vardı. Paris’te eczanede çalışan bir kıza
aşık olmuş ancak kız tanışmalarından kısa bir süre sonra ölmüştü. Belki ilk kez
yakalandığı bu aşkın hüsranla sonuçlanması Alfred Nobel’i yıkmış, uzun süre
kendini toparlayamamıştı. Ama çevresindekiler asık suratın arkasında romantik
bir dünyanın gizli olduğuna inanırlardı.
Alfred Nobel, sekreter tutmak için 1878’de gazeteye bir ilan
verdi. İlan üzerine karşısına Kontes Berta Kinsky, çıktı. Berta Kinsky, Suttner
ailesinde öğretmenlik yapmaktaydı. Ama öğretmeni olduğu genç ile aralarındaki
aşk ilişkisi ortaya çıkınca, işine son verilmişti. Berta Kinsky ile
karşılaşmaları Alfred Nobel’in yaşamında dönem noktası oldu. İlk defa yakinen
diyalog kurabileceği kendi ayarında birine rastlamıştı. Kontes Kinsky’nin işe
girişinden bir hafta sonra Alfred Nobel, bir iş gezisine çıktı. Dönüşünde
sekreter masasını boş bulunca şok oldu. Alfred Nobel iş gezisindeyken, Berta
Kinsky’nin öğrencisi olan genç ailesine isyan ederek evden kaçmış ve Kontes ile
evlenmişlerdi. Evliliğin hemen ardından da çift Gürcistan’a göç etmişti. Kontes
ile bambaşka bir dünyaya açılan kapı birden bire kapanmış Nobel bir kez daha
yıkılmıştı. Ama Gürcistan’a giden Kontes Nobel’le ilişkisini mektuplaşarak
sürdürdü. Osmanlı-Rus savaşını yakından izleyen Kontes, kitap yazmaya başladı.
Kocasıyla pasifist bir çizgiyi seçen Kontes, Nobel’e yazdığı mektuplarda bu
konuyu ağırlıklı olarak işledi.
Araştırmacılar, Kontes ile Nobel arasında hiçbir zaman aşk
ilişkisi olmadığını, sıcak diyalogla başlayan dostluğun yazışmalarla pekiştiği
görüşündeler. Araştırmacılara göre Nobel’in barış hareketlerine ilgisi de
Kontes’ten etkilenerek başladı. 1905’te barış ödülünün “Dünya pasifistlerinin
öncüsü” olduğu gerekçesiyle Kontes’e verilmiş olması da bu görüşlere doğruluk
kazandırıyor.
TALİHSİZ BİR AŞK DAHA
Aşık olduğu kızın ölümü ardından Kontes’in Paris’i terk
edişinden sonra Nobel bir süre ne yapacağını bilemedi. Yaşamındaki boşluğu
Avusturya’da kaplıca tanıştığı SofieHess ile doldurmak istedi. Aralarında
başlayan ilişki üzerine Nobel genç kızı Paris’te bir daireye yerleştirdi. Fakat
Sofie, Fransızca öğrenmekte zorluk çektiğinden bir süre sonra da ailesini
özlediğinden Viyana’ya geri döndü. Bu arada Sofie’nin başkasıyla ilişkisinden
bir de çocuğu oldu. Nobel buna rağmen genç kıza para yollamaya devam etti. Talihsiz
ilişki Nobel’in ölümünden sonra da tatsız olaylara yol açtı. Sofie “Mektupları
satarım” tehdidiyle Nobel Vakfı’ndan para talep etti. Sonunda bir milyon kron
alarak mektupları vakfa teslim etti.
Buluşları ve vasiyetiyle adını ölümsüz kılan Alfred Nobel’in
talihsiz rastlantılarla dolu yaşamı 1896’da San Remo’daki evinde noktalandı.
Yaşamı boyunca “Gaddar, ruhsuz” diye suçlanan Alfred
Nobel’e, servetini ödüllere bıraktığından dolayı ölümünden sonra da deli dendi.
Üstelik vasiyeti tuhaf bulup şaşıranların başında İsveç Kralı, İsveç Bilimler
Akademisi ve tıp ödülü hakkında karar veren Karolinska Enstitüsü gelmekteydi.
Hatta Kral, “Bu ödül saplantısını adamın kafasına Kontes Kinsky soktu” deyip
vasiyeti yargı yoluyla bozdurmak için Alfred’in yeğeni Emanuel’i Rusya’dan
çağırdı. Ancak Emanuel, amcasının vasiyetini beğendiğini söyleyerek Kral’ı
dinlemedi ve Nobel ödüllerinin de önünü açmış oldu.
İşte yaşamı yalnızlık ve hüzün içinde geçen hüzünlü bir
şekilde noktalan ama adı dünyanın en prestijli ödülüyle akıllara kazınmış olan
Nobel’in yaşam öyküsü.
OSMANLIDA BİLİMİN KÖKLERİ
Osmanlıda
Bilimin Kökleri
"Osmanlı topraklarında biliminin oluşumunu ve gelişmesini, Osmanlı öncesi Selçuklu döneminde Anadolu şehirlerinde eski ilim kurumlarının yerleşmiş gelenekleri ile dönemin en önemli kültür merkezleri sayılan Mısır, Suriye, İran, Endülüs ve Türkistan’dan gelen bilim adamları gerçekleştirmiştir. İslam dünyasında 12. yy’da sönmeye başlayan düşünsel ve bilimsel etkinliği Osmanlı İmparatorluğu’nda yaklaşık 400 yıl sürebilmiştir. Osmanlılar İslam dünyasının kültürel ve ilmi hayatına yeni bir dinamizm ve zenginlik katmışlardır. Böylece İslam bilim geleneği, 16. yy’da zirveye ulaşmıştır. İslam uygarlığının eski merkezlerinin yanında Bursa, Edirne, İstanbul, Üsküp, Saraybosna gibi yeni kültür ve bilim merkezleri oluşmuştur."
Osmanlıda Bilim,Arap ve Fars Dillerindeki ilmin eksik ve bazen de yanlış birdevamı mıdır?
Ekmeleddin İhsanoğlu, bu konuları çok iyi araşatırıp bilgimize sundu.”Büyük Cihad’dan Frenk Fodulluğu’na” adlı eserinde. Bu konudaki röportajında Şahin Alpay soruyor: “Vurgulamak istediğiniz esas noktalar neler?”
E. İhsanoğlu yanıt veriyor:
“Birincisi, klasik Osmanlı döneminde bilimin, Adnan Adıvar’ın dediği gibi “Arap ve Fars dillerindeki ilmin eksik ve bazen de yanlış bir devamından ibaret ” olmadığına; astronomide, matematikte,vs. özgün katkılar olduğuna dikkat çekiyorum.
Ayrıca Osmanlılar, Türkçe’yi bilim dili haline getirdiler. Önceki Türk devletleri bunu yapamadılar. Osmanlıca, devrinin bir bilim dili olarak Arapça ve Farsça’nın önüne geçti. Osmanlılar, batı bilimini İslam dünyasına aktarmaya girişitiklerinde, bunu Türkçe yaptılar. Araplar ve Farslar bilim dili olarak önce Türkçe’yi gördüler.
İkinci nokta, Adıvar’ın ileri sürdüğünün aksine Osmanlılarla Batı bilimi arasında bir duvar bulunmadığı. Osmanlılar bilime set çekmediler. Batı bilimi ile 16. yy’dan itibaren ilişki kurdular;selektif bir transfer yaptılar. Çünkü kendilerine yeterli bir gelenekleri,literatürleri vardı. Kendilerinde olmayanı aldılar. Coğrafyada Piri Reis, hem İslam kaynaklarından, hem kendi gözlemlerinden hem de Batı kaynaklarından yararlanıyordu. Osmanlı ihtiyaç duyduğunu,işine yarayanı alıyordu.”
Medreseler ve Enderun
Osmanlı devletinin iki eğitim kurumu vardı: medreseler ve enderun.
Medreseler, bir bakıma ortaçağın üniversiteleriydi. İlk medrese, Büyük Selçuklu Hükümdarı Alpaslan’ın isteği üzerine Nişabur’da kurulmuştu. Bunu, başka kentlerdeki medreseler izledi.(BilimTarihi, Doruk Ya s: 118)
Medrese, “ders okunan yer” anlamına geliyor. Şerafettin Turan hocamız, A. Sayılı hocamıza atfen " İlk medreseler, Türklerin yoğun olduğu Horasan ve Maveraünnehir yörelerinde kurulmuş ve Selçuklular döneminde resmi kurum niteliğine kavuşmuştur. Bu nedenle medrese sisteminin Türklerin eseri olduğu kabul edilmektedir." demektedir.(Ş. Turan,Türk Kültür Tarihi, s: 166) Abbasiler zamanında,9. yy'da Bilgelik Evi, daha önce kurulan Cundişapur Tıp okulu, Harran Medresesi bulunduğuna göre bu görüş doğru değildir.
İznik Medresesi
Osmanlıda ilk bilim yuvası nerede kurduldu denirse, bunun Orhan Bey zamanında 1330'da İznik’te kurulan İznik Medresesi olduğunu söyleyebiliriz. Medreseler, Selçuklulardan devralınan kurumlardı. İznik Medresesi, her yönüyle Selçuklu Medreselerinin bir devamı niteliğindeydi. Öt yandanİznik , Bizans devrinden beri önemli bir dinsel ve bilimsel merkezdi. Sufi ulemadan Antakya’lı Abdurrahman el-Bistamî (öl: 1454) İznik için “ulemalar yuvası” demişti. Palamas da oradayken Taceddin Kürdi de bu medresede ders veriyordu. Bu ilk medresenin ilk baş müderrisi de Davud b. Mahmud el-Rumi el-Kayseri (öl: 1350) dir. Bu adam, Mısır’da okudu, akli ve nakli bilimlerde uzmandı. Muhyiddin ibnu’l-Arabi’nin Fususu’l-Hikem adlı eserine yazdığı bir açıklamada(şerhte) tasavvufu savundu; bu açıklama, tasavvufun Osmanlı topraklarında tanınmasını sağladı. Diğer önemli bir nokta, İznik medresesinde pratik bir amaç için bilim tahsil edilmediği, belki bilimi bilim için tahsil etmek istediklerini gösteren bir tutumun görülmesidir. Gerçekten Taceddin-i Kürdi’nin yerine geçen Kara Alaaddin (öl: 1393?) zamanında Orhan Bey, medreseye başvurdu ve büyüyen ordusu biçin bir kadı atanmasını istedi. Ancak müderris ve mezunlardan hiçkimse, bu işi kabul etmedi. Bu isteksizlikte kadılığın dünya ve ahirette sorumluluğa sebep olacağı kaygısı da rol oynamış olabilir.
Bursa Medresesi
Osmanlılarda İznik Medresesi’nden sonra açılan ikinci medrese, Bursa Medresesi’dir. Bursa, Osmanlıların ilk başkentiydi. Bursa’da,1. Murat döreminde Manastır Medresesi'nde Molla Fenari ders vermiştir.
. Orhan Bey, komutanlarından Lala Şahin Paşa’ya İznik’in fethinde gösterdiği yararlılıktan dolayı kendine ganimet malı bağışlamıştı. Lala Şahin Paşa da bu ganimet malıyla bir medrese kurulmasını istemişti. Burada okutulan dersler hakında bilgimiz yoktur. Ancak hemen bütün bilim kitapları Arapça yazıldığından Arapça’nın programlarda önemli bir yer tuttuğu söylenebilir. Fıkıh ve Kelam yanında akli bilimlerden mantık ve matematiğin de tümüyle önemsenmediği kestirilebilir. Bu bilimlere ilişkin bir esere rastlanmamaktadır(Türkiye Tarihi 2, s:237).
Davud-ı Kayseri, Orhan Gazi’nin yaptırdığı İznik medresesinin ilk müderrisidir. Babasının adı Mahmut’tur. Hem medrese, hem de tasavvuf ilimlerinde kendini göstermiş değerli bir adamdı. İlk öğrenimini memleketinde yaptı; sonra o tarihlerde yani 14. yy’ın ilk yarısında şer’i ilimlerin ve Arap edebiyatının uzmanlık bölgesi olan Kahire’ye gitti. Sonra memlekete döndü. Muhyiddin Arabi ’nin üvey oğlu Şeyh Sadreddin Konevi’nin ardıllarından Kemaleddin Kaşani’ye intisa irfanen de yetişti. Birçok öğrenci yetiştirdi. Ününü duyan Orhan Gazi kendisini çağırdı ve İznik medresesine müderris olarak atadı. 1350 yılında öldü ve o tarihe kadar burada müderrislik yaptı. Mezarı, İznik-Çınardibi’ ndedir.
Davud-i Kayseri, Muhyiddin Arabi’nin Fususü’l-hikem adlı büyük eserine mükemmel bir açıklama yazarak zeka ve gelişmişliğini gösterdi. Bu eser, Hindistan’da da basılmıştır. Bu adamın on üç eseri daha vardır ve hemen hepsi de felsefidir. Bunlar arasında büyük arif İbn-i Farız’ın Kaside-i Tâiye şerhi (Dip not: Bu kasideler büyük ve küçük olarak iki tanedir. Davud Kayseri’nin şerh ettiği 750 beyitli büyük kasidesidir. Bu kasideye Molla Cami ile Fergani de şerh yazmıştır) Aruz-i Endülüsi şerhi, kaside-i hamriyye şerhi, meratib-i Tevhid ve Nihayetü’l-beyan vardır. Osmanlı memleketlerinde ilk kez Muhyiddin Arabi felsefesini (Vahdet-i vücutçuluğu) yayan Davud-i Kayseri’dir.
İznik Medresesi’nin ilk baş müderrisi, Davud-ı Kayseri 'dir. O dönemin önemli kentlerinden Kahire'de(Mısır) eğitim gördü. Şöhretini duyan Orhan Gazi kendisini davet etti, 1350 yılında ölene dek İznik Medresesi’nde müderrislik yaptı. Osmanlı memleketlerinde tasavvufun, yani Muhyiddin Arabi felsefesini (vahdet-i vücutçuluğu) yayınlayan ilk insan Davud-i Kayseri’dir. Muhyiddin Arabi'nin Fusüsü'l-hikem isimli büyük eserine mükemmel bir şerh (açıklama) yazarak zeka ve dikkatini göstermiştir; Davud-i Kayseri'nin bu eseri Hindistan'da bile basılmıştır.(Uzunçarşılı, s: 647-48)
Daha sonra Bursa ve Edirne' de medreseler açıldı. Medreselerin yüksek bölümü ücretsiz ve yatılıydı. Yüksek bölümden mezun olanlar, medrese hocası (müderris), kadı ya da yönetici oluyordu. Medereselerde din ve ahlak bilgileri öğretiliyordu. Bugün de ortaöğretimimiz öyle değil mi? 15. ve 16. yüzyıllarda doğa bilimleri, tıp ve matematik eğitimine de raslanıyordu. Bunlar, İbni Sina, Biruni, Farabi gibi Ortaçağ İslam düşünürlerinin yapıtlarına dayanıyordu . Fakat 16. yüzyıldan sonra bunlar da okutulmaz oldu.
Enderun
Enderun' a devşirme çocuklar alınırdı. Türk asıllı olmayan bu çocuklara, Türkçe ve İslam dini öğretilirdi. Enderun Mektebi, 1. Murat zamanında kuruldu. Buradan devlet için yönetici ve teknik kadro yetişiyordu. Enderun Okulu, Arap-İslam kültürünün egemenliğine karşı başarılı, Batı düzeyinde bir eğitim kurumuydu. Birkaç kere açıp kapattılar. Galatasaray Enderunu, devletin en başta gelen eğitim ocağı sayılırdı. İslami bilgilerin Medresedeki egemenliğine karşı; Endrun'da, Türkçe, fen, sanat, yönetim gibi laik bilimler okutulurdu.
(O. Bilim s:15-16 ve B.Güvenç Türk Kimliği, s: 198)
Enderun ve İç Oğlanları
Sarayın Enderun yani içeri (Harem-i hümayun) halkı, devşirme denilen Hıristiyan tebaadan veya savaşlarda esir alınıp yetiştirilen gençlerden oluşuyordu. Bu çocuklar, devşirme yasasası gereğince 8-18 yaşları arasında toplanarak önce Enderun dışındaki Galata Sarayı, İbrahim Paşa Sarayı ve bir ara İskender Çelebi Sarayı(Dip not: eski adı Makrihore veya Makrıköy olan şimdiki Bakırköy 1697 yılında bu sarayın yerine baruthane yaptırılmıştır) denilen saraylarla Edirne Sarayında tahsil ve terbiye görüp İslam ve Türk adet ve geleneklerini öğrendikten sonra Enderundaki gereksinime ve kıdemlerine göre Yeni Saraydaki büyük ve küçük odalara verilir ve bu odalarda da tahsil görüp saray adap ve erkanını öğrendikten sonra yeteneklerine ve uygunluklarına göre Seferli, Kiler ve Hazine odalarından birine çıkarılırlar ve buraya ait hizmet ve görevleri görürlerdi.Gerek saraydaki gerekse saray dışındaki saraylarda (Edirne, Galata, İbrahim Paşa, İskender çelebi sarayları gibi) ve gerek Enderundaki küçük, büyük odalarla kiler ve hazine odalarından yaşları gelenler hemen Kapıkulu süvarisi olmak üzere-oda dereceliren göre çıkarılır ve farklı ödenekler verilirdi. Enderundaki gençlere Kuran ile birlikte Türkçe, Arapça ve Farsça öğretilir ve bunun yanısıra spor hareketleri (güreş, atlama, koşu, meç, ok atma, tomak gibi) yaptırılırdı.Küçük ve büyük oda oğlanları dolama denen üst elbisesi giydikleri için Dolamalı adı da verilirdi. 1635'te Sultan 4. Murat zamanında oluşturulan Seferli Koğuşu Oğlanları önce padişahın ve Enderun mensuplarının çamaşırlarını yıkarlanrken sonraları örgütü genişletilerek sarayın hanende, sazende, kemankeş pehlivan, berber, hamamcı ve tellaklarını yetiştirmiştir. Bu odanın büyük yetkilisi saray kethüdasıydı; her sınıfın çamaşırcıbaşı, sazendebaşı gibi yetkilileri vardı.
Kiler koğuşu derece bakımından Seferliden yüksekti; başları olan kilercibaşı, sultanın yemeğini bizzat önüne koyardı; kiler iç oğlarnları sultanın ve ve sarayın ekmek, et, yemiş, tatlı şerbet vb gibi yiyecek içeçek şeylerini hazırlar, saray odalarıyla saray camisine ait mumları bulur ve depolardı. Bu odanın kilercibaşıdan başka kiler kethüdası, peşkirci başı, mumbaşı gibi isimlerde oda zabitleri vardı.Derecesi kiler koğuşundan daha yüksek olan hazirne koğuşu amirine Enderun baş hazinedarı delirdi;bu oda oğlanları Enderun hazinebsini korurlardı;Enderun hazinesihnde altın, gümüş paradan başka mücevherler,elmaslar,kürkler, şallar, elbiselik kıymetli kumaşlar,altın, gümüş ve mücevherli vesair kıymetli eşya bulunurdu.
Hasoda, hazine koğşunun üstünde olup padişaha en yakın olanlar burada bulup hizmet ederlerdi;asıl Enderun ağaları denilen sınıf bu hasodalılardı;bu odanın en büyük zabiti Hasoda başı ile silahdar, çuhadar, rikabdar’dı;hasoda efradı kırk kişiden oluşurdu ve burada münhal oldukça hazire oasının en kıdemlisi buraya alınırdı; eğer gereksinim iki olursa bu ikinci açık yere deKiler odasının sıra bekleyen en eskisi ve açık üç ise seferli koğşuşunun kıdemlisi nakledilirdi.
Hasodalıların asıl görevi Hırka-i Şerif dairesinin temizlenip süpürülmesi ile geceleri ödağacı yakmak,gül suyu serpmek,şamdah,parmaklık ve diğer metale(madeni) eşyayı parlatmak ve temizlemek gibi hizmetlerdi ve bunlar nöbetle yapılırdı.
Oda zabitlerinden Hasodabaşı, törende padişahın elbisesini giydirir ve çıkarırdı; silahdar, törende (merasimde) at üzerinde sağ omzundu padişahın kılıcını taşır; çuhadar yine törende padişahın kaputunu götürüp halka çil para serper ; rikabdar ise padişahın çizmelerine bakıp ayağını giydirirdi. sonradah bu çizme giydirme işi başkasın verildi; rikabdar padişah ata binerken atın özengisini tutardı
Yazının Devamını Oku! >>
"Osmanlı topraklarında biliminin oluşumunu ve gelişmesini, Osmanlı öncesi Selçuklu döneminde Anadolu şehirlerinde eski ilim kurumlarının yerleşmiş gelenekleri ile dönemin en önemli kültür merkezleri sayılan Mısır, Suriye, İran, Endülüs ve Türkistan’dan gelen bilim adamları gerçekleştirmiştir. İslam dünyasında 12. yy’da sönmeye başlayan düşünsel ve bilimsel etkinliği Osmanlı İmparatorluğu’nda yaklaşık 400 yıl sürebilmiştir. Osmanlılar İslam dünyasının kültürel ve ilmi hayatına yeni bir dinamizm ve zenginlik katmışlardır. Böylece İslam bilim geleneği, 16. yy’da zirveye ulaşmıştır. İslam uygarlığının eski merkezlerinin yanında Bursa, Edirne, İstanbul, Üsküp, Saraybosna gibi yeni kültür ve bilim merkezleri oluşmuştur."
Osmanlıda Bilim,Arap ve Fars Dillerindeki ilmin eksik ve bazen de yanlış birdevamı mıdır?
Ekmeleddin İhsanoğlu, bu konuları çok iyi araşatırıp bilgimize sundu.”Büyük Cihad’dan Frenk Fodulluğu’na” adlı eserinde. Bu konudaki röportajında Şahin Alpay soruyor: “Vurgulamak istediğiniz esas noktalar neler?”
E. İhsanoğlu yanıt veriyor:
“Birincisi, klasik Osmanlı döneminde bilimin, Adnan Adıvar’ın dediği gibi “Arap ve Fars dillerindeki ilmin eksik ve bazen de yanlış bir devamından ibaret ” olmadığına; astronomide, matematikte,vs. özgün katkılar olduğuna dikkat çekiyorum.
Ayrıca Osmanlılar, Türkçe’yi bilim dili haline getirdiler. Önceki Türk devletleri bunu yapamadılar. Osmanlıca, devrinin bir bilim dili olarak Arapça ve Farsça’nın önüne geçti. Osmanlılar, batı bilimini İslam dünyasına aktarmaya girişitiklerinde, bunu Türkçe yaptılar. Araplar ve Farslar bilim dili olarak önce Türkçe’yi gördüler.
İkinci nokta, Adıvar’ın ileri sürdüğünün aksine Osmanlılarla Batı bilimi arasında bir duvar bulunmadığı. Osmanlılar bilime set çekmediler. Batı bilimi ile 16. yy’dan itibaren ilişki kurdular;selektif bir transfer yaptılar. Çünkü kendilerine yeterli bir gelenekleri,literatürleri vardı. Kendilerinde olmayanı aldılar. Coğrafyada Piri Reis, hem İslam kaynaklarından, hem kendi gözlemlerinden hem de Batı kaynaklarından yararlanıyordu. Osmanlı ihtiyaç duyduğunu,işine yarayanı alıyordu.”
Medreseler ve Enderun
Osmanlı devletinin iki eğitim kurumu vardı: medreseler ve enderun.
Medreseler, bir bakıma ortaçağın üniversiteleriydi. İlk medrese, Büyük Selçuklu Hükümdarı Alpaslan’ın isteği üzerine Nişabur’da kurulmuştu. Bunu, başka kentlerdeki medreseler izledi.(BilimTarihi, Doruk Ya s: 118)
Medrese, “ders okunan yer” anlamına geliyor. Şerafettin Turan hocamız, A. Sayılı hocamıza atfen " İlk medreseler, Türklerin yoğun olduğu Horasan ve Maveraünnehir yörelerinde kurulmuş ve Selçuklular döneminde resmi kurum niteliğine kavuşmuştur. Bu nedenle medrese sisteminin Türklerin eseri olduğu kabul edilmektedir." demektedir.(Ş. Turan,Türk Kültür Tarihi, s: 166) Abbasiler zamanında,9. yy'da Bilgelik Evi, daha önce kurulan Cundişapur Tıp okulu, Harran Medresesi bulunduğuna göre bu görüş doğru değildir.
İznik Medresesi
Osmanlıda ilk bilim yuvası nerede kurduldu denirse, bunun Orhan Bey zamanında 1330'da İznik’te kurulan İznik Medresesi olduğunu söyleyebiliriz. Medreseler, Selçuklulardan devralınan kurumlardı. İznik Medresesi, her yönüyle Selçuklu Medreselerinin bir devamı niteliğindeydi. Öt yandanİznik , Bizans devrinden beri önemli bir dinsel ve bilimsel merkezdi. Sufi ulemadan Antakya’lı Abdurrahman el-Bistamî (öl: 1454) İznik için “ulemalar yuvası” demişti. Palamas da oradayken Taceddin Kürdi de bu medresede ders veriyordu. Bu ilk medresenin ilk baş müderrisi de Davud b. Mahmud el-Rumi el-Kayseri (öl: 1350) dir. Bu adam, Mısır’da okudu, akli ve nakli bilimlerde uzmandı. Muhyiddin ibnu’l-Arabi’nin Fususu’l-Hikem adlı eserine yazdığı bir açıklamada(şerhte) tasavvufu savundu; bu açıklama, tasavvufun Osmanlı topraklarında tanınmasını sağladı. Diğer önemli bir nokta, İznik medresesinde pratik bir amaç için bilim tahsil edilmediği, belki bilimi bilim için tahsil etmek istediklerini gösteren bir tutumun görülmesidir. Gerçekten Taceddin-i Kürdi’nin yerine geçen Kara Alaaddin (öl: 1393?) zamanında Orhan Bey, medreseye başvurdu ve büyüyen ordusu biçin bir kadı atanmasını istedi. Ancak müderris ve mezunlardan hiçkimse, bu işi kabul etmedi. Bu isteksizlikte kadılığın dünya ve ahirette sorumluluğa sebep olacağı kaygısı da rol oynamış olabilir.
Bursa Medresesi
Osmanlılarda İznik Medresesi’nden sonra açılan ikinci medrese, Bursa Medresesi’dir. Bursa, Osmanlıların ilk başkentiydi. Bursa’da,1. Murat döreminde Manastır Medresesi'nde Molla Fenari ders vermiştir.
. Orhan Bey, komutanlarından Lala Şahin Paşa’ya İznik’in fethinde gösterdiği yararlılıktan dolayı kendine ganimet malı bağışlamıştı. Lala Şahin Paşa da bu ganimet malıyla bir medrese kurulmasını istemişti. Burada okutulan dersler hakında bilgimiz yoktur. Ancak hemen bütün bilim kitapları Arapça yazıldığından Arapça’nın programlarda önemli bir yer tuttuğu söylenebilir. Fıkıh ve Kelam yanında akli bilimlerden mantık ve matematiğin de tümüyle önemsenmediği kestirilebilir. Bu bilimlere ilişkin bir esere rastlanmamaktadır(Türkiye Tarihi 2, s:237).
Davud-ı Kayseri, Orhan Gazi’nin yaptırdığı İznik medresesinin ilk müderrisidir. Babasının adı Mahmut’tur. Hem medrese, hem de tasavvuf ilimlerinde kendini göstermiş değerli bir adamdı. İlk öğrenimini memleketinde yaptı; sonra o tarihlerde yani 14. yy’ın ilk yarısında şer’i ilimlerin ve Arap edebiyatının uzmanlık bölgesi olan Kahire’ye gitti. Sonra memlekete döndü. Muhyiddin Arabi ’nin üvey oğlu Şeyh Sadreddin Konevi’nin ardıllarından Kemaleddin Kaşani’ye intisa irfanen de yetişti. Birçok öğrenci yetiştirdi. Ününü duyan Orhan Gazi kendisini çağırdı ve İznik medresesine müderris olarak atadı. 1350 yılında öldü ve o tarihe kadar burada müderrislik yaptı. Mezarı, İznik-Çınardibi’ ndedir.
Davud-i Kayseri, Muhyiddin Arabi’nin Fususü’l-hikem adlı büyük eserine mükemmel bir açıklama yazarak zeka ve gelişmişliğini gösterdi. Bu eser, Hindistan’da da basılmıştır. Bu adamın on üç eseri daha vardır ve hemen hepsi de felsefidir. Bunlar arasında büyük arif İbn-i Farız’ın Kaside-i Tâiye şerhi (Dip not: Bu kasideler büyük ve küçük olarak iki tanedir. Davud Kayseri’nin şerh ettiği 750 beyitli büyük kasidesidir. Bu kasideye Molla Cami ile Fergani de şerh yazmıştır) Aruz-i Endülüsi şerhi, kaside-i hamriyye şerhi, meratib-i Tevhid ve Nihayetü’l-beyan vardır. Osmanlı memleketlerinde ilk kez Muhyiddin Arabi felsefesini (Vahdet-i vücutçuluğu) yayan Davud-i Kayseri’dir.
İznik Medresesi’nin ilk baş müderrisi, Davud-ı Kayseri 'dir. O dönemin önemli kentlerinden Kahire'de(Mısır) eğitim gördü. Şöhretini duyan Orhan Gazi kendisini davet etti, 1350 yılında ölene dek İznik Medresesi’nde müderrislik yaptı. Osmanlı memleketlerinde tasavvufun, yani Muhyiddin Arabi felsefesini (vahdet-i vücutçuluğu) yayınlayan ilk insan Davud-i Kayseri’dir. Muhyiddin Arabi'nin Fusüsü'l-hikem isimli büyük eserine mükemmel bir şerh (açıklama) yazarak zeka ve dikkatini göstermiştir; Davud-i Kayseri'nin bu eseri Hindistan'da bile basılmıştır.(Uzunçarşılı, s: 647-48)
Daha sonra Bursa ve Edirne' de medreseler açıldı. Medreselerin yüksek bölümü ücretsiz ve yatılıydı. Yüksek bölümden mezun olanlar, medrese hocası (müderris), kadı ya da yönetici oluyordu. Medereselerde din ve ahlak bilgileri öğretiliyordu. Bugün de ortaöğretimimiz öyle değil mi? 15. ve 16. yüzyıllarda doğa bilimleri, tıp ve matematik eğitimine de raslanıyordu. Bunlar, İbni Sina, Biruni, Farabi gibi Ortaçağ İslam düşünürlerinin yapıtlarına dayanıyordu . Fakat 16. yüzyıldan sonra bunlar da okutulmaz oldu.
Enderun
Enderun' a devşirme çocuklar alınırdı. Türk asıllı olmayan bu çocuklara, Türkçe ve İslam dini öğretilirdi. Enderun Mektebi, 1. Murat zamanında kuruldu. Buradan devlet için yönetici ve teknik kadro yetişiyordu. Enderun Okulu, Arap-İslam kültürünün egemenliğine karşı başarılı, Batı düzeyinde bir eğitim kurumuydu. Birkaç kere açıp kapattılar. Galatasaray Enderunu, devletin en başta gelen eğitim ocağı sayılırdı. İslami bilgilerin Medresedeki egemenliğine karşı; Endrun'da, Türkçe, fen, sanat, yönetim gibi laik bilimler okutulurdu.
(O. Bilim s:15-16 ve B.Güvenç Türk Kimliği, s: 198)
Enderun ve İç Oğlanları
Sarayın Enderun yani içeri (Harem-i hümayun) halkı, devşirme denilen Hıristiyan tebaadan veya savaşlarda esir alınıp yetiştirilen gençlerden oluşuyordu. Bu çocuklar, devşirme yasasası gereğince 8-18 yaşları arasında toplanarak önce Enderun dışındaki Galata Sarayı, İbrahim Paşa Sarayı ve bir ara İskender Çelebi Sarayı(Dip not: eski adı Makrihore veya Makrıköy olan şimdiki Bakırköy 1697 yılında bu sarayın yerine baruthane yaptırılmıştır) denilen saraylarla Edirne Sarayında tahsil ve terbiye görüp İslam ve Türk adet ve geleneklerini öğrendikten sonra Enderundaki gereksinime ve kıdemlerine göre Yeni Saraydaki büyük ve küçük odalara verilir ve bu odalarda da tahsil görüp saray adap ve erkanını öğrendikten sonra yeteneklerine ve uygunluklarına göre Seferli, Kiler ve Hazine odalarından birine çıkarılırlar ve buraya ait hizmet ve görevleri görürlerdi.Gerek saraydaki gerekse saray dışındaki saraylarda (Edirne, Galata, İbrahim Paşa, İskender çelebi sarayları gibi) ve gerek Enderundaki küçük, büyük odalarla kiler ve hazine odalarından yaşları gelenler hemen Kapıkulu süvarisi olmak üzere-oda dereceliren göre çıkarılır ve farklı ödenekler verilirdi. Enderundaki gençlere Kuran ile birlikte Türkçe, Arapça ve Farsça öğretilir ve bunun yanısıra spor hareketleri (güreş, atlama, koşu, meç, ok atma, tomak gibi) yaptırılırdı.Küçük ve büyük oda oğlanları dolama denen üst elbisesi giydikleri için Dolamalı adı da verilirdi. 1635'te Sultan 4. Murat zamanında oluşturulan Seferli Koğuşu Oğlanları önce padişahın ve Enderun mensuplarının çamaşırlarını yıkarlanrken sonraları örgütü genişletilerek sarayın hanende, sazende, kemankeş pehlivan, berber, hamamcı ve tellaklarını yetiştirmiştir. Bu odanın büyük yetkilisi saray kethüdasıydı; her sınıfın çamaşırcıbaşı, sazendebaşı gibi yetkilileri vardı.
Kiler koğuşu derece bakımından Seferliden yüksekti; başları olan kilercibaşı, sultanın yemeğini bizzat önüne koyardı; kiler iç oğlarnları sultanın ve ve sarayın ekmek, et, yemiş, tatlı şerbet vb gibi yiyecek içeçek şeylerini hazırlar, saray odalarıyla saray camisine ait mumları bulur ve depolardı. Bu odanın kilercibaşıdan başka kiler kethüdası, peşkirci başı, mumbaşı gibi isimlerde oda zabitleri vardı.Derecesi kiler koğuşundan daha yüksek olan hazirne koğuşu amirine Enderun baş hazinedarı delirdi;bu oda oğlanları Enderun hazinebsini korurlardı;Enderun hazinesihnde altın, gümüş paradan başka mücevherler,elmaslar,kürkler, şallar, elbiselik kıymetli kumaşlar,altın, gümüş ve mücevherli vesair kıymetli eşya bulunurdu.
Hasoda, hazine koğşunun üstünde olup padişaha en yakın olanlar burada bulup hizmet ederlerdi;asıl Enderun ağaları denilen sınıf bu hasodalılardı;bu odanın en büyük zabiti Hasoda başı ile silahdar, çuhadar, rikabdar’dı;hasoda efradı kırk kişiden oluşurdu ve burada münhal oldukça hazire oasının en kıdemlisi buraya alınırdı; eğer gereksinim iki olursa bu ikinci açık yere deKiler odasının sıra bekleyen en eskisi ve açık üç ise seferli koğşuşunun kıdemlisi nakledilirdi.
Hasodalıların asıl görevi Hırka-i Şerif dairesinin temizlenip süpürülmesi ile geceleri ödağacı yakmak,gül suyu serpmek,şamdah,parmaklık ve diğer metale(madeni) eşyayı parlatmak ve temizlemek gibi hizmetlerdi ve bunlar nöbetle yapılırdı.
Oda zabitlerinden Hasodabaşı, törende padişahın elbisesini giydirir ve çıkarırdı; silahdar, törende (merasimde) at üzerinde sağ omzundu padişahın kılıcını taşır; çuhadar yine törende padişahın kaputunu götürüp halka çil para serper ; rikabdar ise padişahın çizmelerine bakıp ayağını giydirirdi. sonradah bu çizme giydirme işi başkasın verildi; rikabdar padişah ata binerken atın özengisini tutardı
OTOMATİK ŞANZIMAN
OTOMATİK ŞANZIMAN
NEDİR? NASIL ÇALISIR?
Otomatik şanzıman Tork konvektörü, debriyaj, servo, hidrolik sistemi, solenoid, sübap ve vites kademeleri gibi unsurları içinde barındıran alüminyum muhafazaya sahip şanzıman türüdür. Otomatik şanzımanın en büyük özelliklerinden biri üretici firmaların en uygun hızlanma ve tork devirleri hesaba katarak ayarladıkları vites değişim süreleri ile kullanıcı hatasından oluşabilecek sorunların en aza indirgenmesi ve aracın yakıt ekonomisine katkıda bulunması sağlanır. Her ne kadar otomatik vitesler manüel viteslere göre araçların performansını olumsuz yönde etkiliyor olarak bilinse de geliştirilen yeni teknolojilere sahip araçların sahip olduğu otomatik vites seçenekler her geçen gün performans açısından da daha iyiyi sürücüsüne sunmaya başlamıştır. Manüel şanzımanlar motordaki gücü tekerleklere taşırken debriyaja ihtiyaç duyarken otomatik şanzıman bu işi tork dönüşümü yapan yağ içerikli bir sistem aracılığıyla halleder. Yarı otomatik şanzımanlı araçlarda ise vites değişimi debriyaj olmadan manüel olarak yapılabilmektedir, bu araçlarda ise kavrama elektronik veya vakum sistemi ile kontrol edilmektedir.
Otomatik şanzımanlı bir araçta en iyi performansı elde etmek için şu kurallara uyulması gerekiyor:
Gaz pedalına basılıyken vites kolu P ve N konumunda başka bir konuma getirilmemelidir. Araç hareket halindeyken P konumuna alınmamalıdır. Aksi takdirde ciddi hasarlar ortaya çıkacaktır. R konumuna geçmeden önce aracın tamamen durması beklenmelidir. Yokuş aşağı inişlerde araç kesinlikle boşa yani N konumuna alınmamalıdır. Otomatik şanzımanlı araçlarda, motor çalışmadığı taktirde kesinlikle vurdurmak olarak bilinen uygulama yapılmamalıdır. Araç bozulduğunda yada kaza halinde çekilmesi gerektiğinde çekişin gerçekleştiği tekerler askıya alınmalıdır.
Otomatik şanzıman yağ değişimi zamanlarına mutlaka uyulmalıdır, aksi takdir de yağ bozulacak ve bozulan yağ şanzımanın performansında düşüşe ve bazı arızalara neden olacaktır. Araç hızı 95 Km/s den fazlaysa vites kolu asla manüel olarak 2 veya L konumuna alınmamalıdır. L konumundaki sürüşlerde 50 Km/s in üstündeki hızlara çıkılmamalıdır.
Otomatik şanzımanlı arabalarda debriyajın işlevini ve daha fazlasını gören cihaz kapalı bir kapta bir akışkan aracılığı ile hareketin iletilmesi prensibine dayanarak çalışır. Motorda vites kutusu arasında mekanik bir bağlantı yoktur. Temel olarak dört kısımdan oluşur; pompa, stator, türbin ve iletim sıvısı hareketi ileten sıvı genellikle yağdır. Basitçe , motor pompayı çevirir, pompa yağı türbine doğru iteler, hızla türbine çarpan basınçlı yağ türbin kanatlarını ve onlara bağlı şanzıman giriş şaftını döndürür. Statör, yağı harekete engel olmayacak şekilde yönlendirmeye ve halen basınçlı olan yağın enerjisini geri kazanmaya yarar. Belirli bir devirin altında bir miktar enerji kaybı söz konusu olsa da bu devrin üstünde pompa ve türbin arada mekanik bağlantı varmışçasına tek bir parça gibi hareket ederler.
Çalışma prensibi sayesinde motor torkunu 2, 3 kat arttırabilmektedir. Aynı zamanda sahip olduğu tork konvektörü’ndeki pompa, türbin ve stator diskleri arasında yarım asırdır prensipte çok az değişikliğe uğramış malzeme ve mekanizmanın tasarımı, tabiyatı ve uygulaması gereği önlenemeyen ancak kabul edilir düzeylerdeki yağ kaçakları yüzünden emsali manüel vitesli araçlara göre daha çok yakıt tükettiren vites çeşidi.
Bu etki en çok kalkışlar ve vites değiştirme olayları esnasında yaşanır. Bu esnada pompa ve türbin diskleri farklı hızlarda dönerek motor devri, yük ve şanzıman dişlilerinden çekişe bağlı tekerler arasındaki devir ve tork farklılıklarını kalibre etmeye çalışır ki zaten esas görevi budur.
Yukarıda da belirtildiği üzere bu olaylar esnasında gerek önlenemeyen yağ kaçağı durumları gerekse türbin ve pompa disklerinin komple sistemi büyük oranda dengeye getirip birbirlerine çok eşit devirlerde dönmeye başlasalar dahi genelde devirlerinin tam olarak eşitlenmediğinden dolayı güç kayıpları dolayısıyla yakıt ekonomisine negatif etki durumu oluşur.
Otomatik şanzıman Tork konvektörü, debriyaj, servo, hidrolik sistemi, solenoid, sübap ve vites kademeleri gibi unsurları içinde barındıran alüminyum muhafazaya sahip şanzıman türüdür. Otomatik şanzımanın en büyük özelliklerinden biri üretici firmaların en uygun hızlanma ve tork devirleri hesaba katarak ayarladıkları vites değişim süreleri ile kullanıcı hatasından oluşabilecek sorunların en aza indirgenmesi ve aracın yakıt ekonomisine katkıda bulunması sağlanır. Her ne kadar otomatik vitesler manüel viteslere göre araçların performansını olumsuz yönde etkiliyor olarak bilinse de geliştirilen yeni teknolojilere sahip araçların sahip olduğu otomatik vites seçenekler her geçen gün performans açısından da daha iyiyi sürücüsüne sunmaya başlamıştır. Manüel şanzımanlar motordaki gücü tekerleklere taşırken debriyaja ihtiyaç duyarken otomatik şanzıman bu işi tork dönüşümü yapan yağ içerikli bir sistem aracılığıyla halleder. Yarı otomatik şanzımanlı araçlarda ise vites değişimi debriyaj olmadan manüel olarak yapılabilmektedir, bu araçlarda ise kavrama elektronik veya vakum sistemi ile kontrol edilmektedir.
Otomatik şanzımanlı bir araçta en iyi performansı elde etmek için şu kurallara uyulması gerekiyor:
Gaz pedalına basılıyken vites kolu P ve N konumunda başka bir konuma getirilmemelidir. Araç hareket halindeyken P konumuna alınmamalıdır. Aksi takdirde ciddi hasarlar ortaya çıkacaktır. R konumuna geçmeden önce aracın tamamen durması beklenmelidir. Yokuş aşağı inişlerde araç kesinlikle boşa yani N konumuna alınmamalıdır. Otomatik şanzımanlı araçlarda, motor çalışmadığı taktirde kesinlikle vurdurmak olarak bilinen uygulama yapılmamalıdır. Araç bozulduğunda yada kaza halinde çekilmesi gerektiğinde çekişin gerçekleştiği tekerler askıya alınmalıdır.
Otomatik şanzıman yağ değişimi zamanlarına mutlaka uyulmalıdır, aksi takdir de yağ bozulacak ve bozulan yağ şanzımanın performansında düşüşe ve bazı arızalara neden olacaktır. Araç hızı 95 Km/s den fazlaysa vites kolu asla manüel olarak 2 veya L konumuna alınmamalıdır. L konumundaki sürüşlerde 50 Km/s in üstündeki hızlara çıkılmamalıdır.
Otomatik şanzımanlı arabalarda debriyajın işlevini ve daha fazlasını gören cihaz kapalı bir kapta bir akışkan aracılığı ile hareketin iletilmesi prensibine dayanarak çalışır. Motorda vites kutusu arasında mekanik bir bağlantı yoktur. Temel olarak dört kısımdan oluşur; pompa, stator, türbin ve iletim sıvısı hareketi ileten sıvı genellikle yağdır. Basitçe , motor pompayı çevirir, pompa yağı türbine doğru iteler, hızla türbine çarpan basınçlı yağ türbin kanatlarını ve onlara bağlı şanzıman giriş şaftını döndürür. Statör, yağı harekete engel olmayacak şekilde yönlendirmeye ve halen basınçlı olan yağın enerjisini geri kazanmaya yarar. Belirli bir devirin altında bir miktar enerji kaybı söz konusu olsa da bu devrin üstünde pompa ve türbin arada mekanik bağlantı varmışçasına tek bir parça gibi hareket ederler.
Çalışma prensibi sayesinde motor torkunu 2, 3 kat arttırabilmektedir. Aynı zamanda sahip olduğu tork konvektörü’ndeki pompa, türbin ve stator diskleri arasında yarım asırdır prensipte çok az değişikliğe uğramış malzeme ve mekanizmanın tasarımı, tabiyatı ve uygulaması gereği önlenemeyen ancak kabul edilir düzeylerdeki yağ kaçakları yüzünden emsali manüel vitesli araçlara göre daha çok yakıt tükettiren vites çeşidi.
Bu etki en çok kalkışlar ve vites değiştirme olayları esnasında yaşanır. Bu esnada pompa ve türbin diskleri farklı hızlarda dönerek motor devri, yük ve şanzıman dişlilerinden çekişe bağlı tekerler arasındaki devir ve tork farklılıklarını kalibre etmeye çalışır ki zaten esas görevi budur.
Yukarıda da belirtildiği üzere bu olaylar esnasında gerek önlenemeyen yağ kaçağı durumları gerekse türbin ve pompa disklerinin komple sistemi büyük oranda dengeye getirip birbirlerine çok eşit devirlerde dönmeye başlasalar dahi genelde devirlerinin tam olarak eşitlenmediğinden dolayı güç kayıpları dolayısıyla yakıt ekonomisine negatif etki durumu oluşur.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)